Eski Emissary dergilerinden birinde şu soruyu buldum:
N kişiden oluşan bir grupla bir oyun oynanıyor. Oyunun kuralları şöyle:
Bütün grup bir odada toplanacak. Her birinin başına ya kırmızı ya da mavi bir şapka konacak. Kimse kendi şapkasının rengini görmeyecek. Herkes diğer şapkaların hepsini görebilecek. Odadayken oyuncular kendi aralarında iletişim kuramayacak. Bir dakika sonra herkes aynı anda kendi başlarındaki şapkasının rengini bir e-mail ile verilen bir adrese gönderecek. Eğer herkesin cevabı doğruysa ya da herkesin cevabı yanlış ise bütün grup oyunu kazanacak.
Oyun başlamadan önce grup bir araya gelip bir strateji belirleyecek. Grubun oyunu kazanabileceği bir strateji var mıdır?
Hangi sene hatırlamıyorum ama ortaokul yıllarım olmalı. Okuldan çıkıp öğleden sonra eve geldiğime göre öyle olmalı. Sonrasında İstanbul’daydım. Çok da emin olamıyorum ama. Otobüsle gelmiş olmalıyım. Normalde servisle gelirdim oysa. Otobüste fısıltılarla o gün yapılan bordo yayından bahsediliyordu. Bordo olduğuna ve yadırgamadığıma göre renkli yayın dönemine geçildikten sonra olmalı. Hatırladığım ilk renkli yayın 1982 dünya kupasıydı. Alt çaprazdaki komşumuz renkli televizyon almıştı ve kupanın ilk maçını seyretmek için misafirliğe gitmiştik. Babam anlata anlata bitiremiyordu, Maradona diye bir süper kahramanı seyredecektim. Ne yazık ki babam dört yıl sonra haklı çıkacaktı. Neyse işte, kısaca1982’den sonra 1988’den önce olmalı.
Diğer taraftan otobüsteki konuşmaların bana çok anlamsız geldiğini hatırlıyorum. Konuşmalar fısıltıydı ama çok da heyecanlıydı. Bordo sanki yasak kelimeydi. Bir de yayını kimse görmemişti. Herkes kaynından duymuştu. Heralde vericide bir sorun vardı diye düşündüm, bu kadar insanın aynı anda alıcılarının ayarlarını bordoya çevirebileceğine pek ihtimal verememiştim. Eve gelince annemlere de bordo yayını sormuştum ama tatmin edici bir cevap alamadığımı hatırlıyorum. Televizyonu açtığımda da bütün renkler normaldi. Yayını kaçırmıştım. Porno ile tanışmam bir süre daha bekleyecekti.
Sefa Sirmen’in belediye başkanlığı yaptığı dönemlerde de diğer arkadaşları kıskandıran televizyon yayınlarımız devam etti. Lisede okurken eve geldiğimde (yatılı okuyordum) Eurosport seyredebildiğimi hatırlıyorum. Larry Bird ve Magic Johnson kapışmalarına yetişebildim bu sayede. İstanbul’da yaşayanların böyle imkanları yoktu.
Zamanla televizyon kanalları da yavaş yavaş çeşitleniyordu. Cine 5 şifreli yayınlara başlamıştı. Tabii ki İzmit ve çevresinde belediye bu yayını şifresiz veriyordu. Bu yayınlar o kadar normal olmuştu ki insanlar artık otobüste bordo bile demiyordu. Hafta sonları Gölcük’e geldiğimde gece yarısı yayınlarını yalnız seyredebilmek için en sıkıcı muhabbetler açılırdı. Dayanamayıp gözlerini kapatan hemen yatağına gönderilirdi. İçerdeki odada yatan babaannem de her on dakikada bir salona gelip “Kakun, yatun” derdi. O saatte neden hala uyumazdı ki? Heralde o da Cine 5 yayınını bekliyordu diye düşünürdüm. Bir keresinde bu “kakun, yatun” inatlaşması öyle uzadı ki babaannemle beraber hiç planlamadığımız bir şekilde ve de diğer kanaldaki filme bitmeden yetişebilme ümidiyle Okan Bayülgen’in programını seyrettik. Tabii ki babaannem hepimizden dayanıklı çıktı. Sabah da kahvaltıda ne seyrettiğimizi bütün ev halkına kahkahalarla tekrar anlattı: “Kisa poylu bi adam, dik yokuşa atlayi ve ossurdum sizi diye bağuriy”. Evet, babaannem uçurdum kısmını yanlış anlamıştı ama olsun, en azından o gece birimiz çok eğlenmişti.
Neyse ki daha sonraki yıllarda İstanbul da bizim seviyemize geldi ve televizyonda SAT1 ve RTL yayınları vermeye başladı da her hafta sonu Gölcük’e dönmeme gerek kalmadı.
Bu hafta sonunda önceki su örneklerimden birinde su piresi türü canlılara rastladım. Aynı örneği daha önce de kullanmama rağmen o denemelerde belki de lameli dikkatsiz kullanmam nedeniyle hayvanları ezip parçalamış olabilirim. Bu sefer lamel kullanmamaya çalıştım ama o zaman da çok hızlı hareket ettiklerinden pek iyi çekimler yapamadım.
Topladığım tatlı su örneklerinde hala yeni canlılarla karşılaşmak mümkün oluyor. Tabii ki bu organizmalar çok küçük ve saydam olduklarından detayları mikroskopumda pek net göremiyorum. Bu ilk aşamalarda daha çok mikroskopu ve canlıları tanımayla uğraşmayı düşünüyorum. Mikroskobu geliştirme planlarını ancak ondan sonra düşüneceğim.
Bu hafta aşağıdaki gözlemleri yapabildim. Tabii ki bu canlıların hemen hemen hiçbirini hala tanımıyorum. Bütün çekimleri elimde tuttuğum akıllı telefonla yaptım.
Bu dönem sonunda çocuklara karne hediyesi olarak ikinci el ucuz sayılabilecek bir mikroskop aldım. Çocuklardan çok bana kalacağını biliyordum ama o kadar da ilgisiz değiller. Kendi başlarına bir kere kullandılar ama onda da oldukça iyi çalıştılar. Bunun dışında sadece benim hazırlamayı başardığım şeylere bakıyorlar. En azından bakıyorlar.
İlk iş olarak çevrede bulduğum su birikintilerinden kavanozla topladığım örnekleri incelemeye başladım. Tabii ki bu alanda çok yeni olduğum için neyin ne olduğunu henüz bilmiyorum. Yine de bu cahillik aşağıdaki fotoğrafları ve videoları yayınlamama engel değil. Türleri öğrendikçe doğru isimleri yazacağım. O zamana kadar kendi taksonomimi kullanmayı düşünüyorum.
Fotoğraf ve videoları oküler üzerinde elimle tuttuğum cep telefonumla çektim.
Müzik aletleri neden aynı notalar için farklı sesler üretir? Yani aynı frekanstaki la notasının tınısı neden flütte ve gitarda çok farklıdır?
Bu deneyde bazı enstrümanlarda çeşitli notaların bileşenlerine bakacağım. Bu bileşenleri inceleyebilmek için sesleri cep telefonuyla kaydettim ve daha sonra bilgisayarda audacity programında notaları ayrı ayrı kestim ve her birinin frekans uzayındaki görünüşüne baktım. Bu deneyde nicelikten çok niteliğe ağırlık verdim. Grafiklerde ve tablolarda belirttiğim notaları çalmaya çalıştım ama çeşitli nedenlerden ötürü (yanlış akord, müzik aletinin ve de en önemlisi müzisyenin kalitesinde yetersizlikler vb.) audacity bazı notalarda başka isimler önerdi. Bunları bu deneyde göz ardı ettim. Frekans uzayındaki grafiklerde program bütün bant aralığını kullandı. Spektrumu logaritmik göstertseydim bütün ekranı kullanabilirdim ama o zaman da spektrumun genel şeklini hayal etmek daha zor olabilirdi. Bu nedenle tepe noktalardaki frekansları kolayca okunabilsinler diye ayrıca tablolara koydum. Temel frekans olarak audacity programının önerdiği temel frekansı kullandım. Tabii ki biraz daha yüksek bir frekans kullanarak hataları daha da küçültmek mümkündü ama dediğim gibi bu deneyde nicelik ön planda değil.
Bu notanın frekans uzayındaki görüntüsü ise şöyle çıktı:
Sol baştaki frekans bileşeni bu notanın temel frekansı oluyor. Diğer sivri noktalar da bu tonun armonik sesleri oluyor. Peki armonik seslerin frekansları acaba bir kurala uyuyor mu? Bunun için sivri alanların en yüksek olduğu frekansları aşağıdaki tabloya geçirdim.
[table id=53 /]
Son sütunda da görüldüğü gibi armonik seslerin frekansları ile temel frekansın tamsayı katları arasındaki fark çok küçük. Acaba bu bir tesadüf mü diye flütte daha başka notaları da denedim.
Bu ikinci notanın (Re) tablosu ise şu şekilde oldu:
[table id=54 /]
Bu tabloda farklar biraz daha büyük çıktı.
Şimdi bu üçüncü notanın (Mi) tablosuna bakalım.
[table id=55 /]
Dördüncü notanın (Fa) tablosu ise aşağıdaki şekilde
[table id=56 /]
Beşinci notanın (Sol) tablosu:
[table id=57 /]
Altıncı notanın (La) tablosu:
[table id=58 /]
Yedinci notanın (Si) tablosu:
[table id=59 /]
Armonik seslerin temel frekansın tamsayı katları olduğu bu tablolardan anlaşılıyor. Peki bu özellik sadece flüte ait olabilir mi? Bunu test etmek için gitarla da aynı deneyi yaptım. Uzun süredir çalmadığım gitarı kısaca akord ettim ve denemelere başladım ama akordu çabucak bozulmuş olabilir.
Düşük frekanslar birbirine çok yakın olduğundan görüntü net seçilemiyor olabilir ama bu değerleri aşağıdaki tabloda da görebiliriz.
[table id=60 /]
[table id=61 /]
[table id=62 /]
[table id=63 /]
[table id=64 /]
[table id=65 /]
[table id=66 /]
Bu tablolarda da görüldüğü gibi armonik sesler de temel tonun tamsayı katları olmakta. Ayrıca yan flütle gitarın spektrumlarında armonik seslerin şiddetlerinin değişimi de oldukça farklı. Hatta bu şiddetler aynı enstrüman içinde de farklı. İşte bu farklar sayesinde her enstrümanda aynı notanın tınısı çok farklı oluyor.
Bir müşterimiz için özel makineler üretiyoruz. Bu makineler ürünü röntgen ışınlarıyla inceliyor ve ürünün yoğunluk profilini müşterinin sistemine aktarıyor. Sonra bu profil yardımıyla müşteri ürünü doğru büyüklüklerde dilimliyor.
Ana hatlarıyla oldukça basit bir uygulama gibi görünüyor ama tabii ki arka planda bir sürü işlem yürütülmekte. Bu yazıda bu işlemlerin sadece birisinden bahsetmek istiyorum.
Müşterimiz bazı durumlarda yoğunluk profili bilgilerini sıfırlamak istediğini söyledi. Biz de bu isteği yerine getirebileceğimizi söyledik. Müşteri bu işlemin başarılı olup olmadığını bilmek istediğini de ekledi. “Sorun değil, aynı haberleşme kanalından işlemin sonucunu bir mesajla iletebiliriz” dedik. Anlamadığımız bir nedenden ötürü müşteri bunu istemedi. Bunun yerine “sıfırlama başarılı olduysa makinenin bantları hareket etsin” dedi. Kullanıcılar makinenin dönen bantlarını görünce işlemin başarıyla yürütüldüğünü anlayacaklardı. Bizim için oldukça garip bir istekti. Normalde haberleşmenin cevabı aynı kanaldan iletilirdi. Alarm türü durumlarda bu cevap makinenin üzerindeki lambalarla ya da siren türü sinyallerle de desteklenirdi ama bantların hareket ettirilmesi ilk kez duyduğumuz bir istekti. Anlaşılan projeyi yapan elemanlar da müşteriyle bunu tartışmaya (belki de daha fazla tartışmaya) niyetli değillerdi ve bu isteğin yerine getirilmesine karar verdiler.
Bu çözüm tabii ki yeni problemlere gebeydi. Üretim bandının zaten kendi görevi vardır. Ürünleri taşımak. Bunu bir de olağan şeklin dışında kullanıcı arabirimi olarak kullanmak iki sistemi de birbiriyle senkronize etmek demekti. Tabii ki bu sorunları hemen göremedik. Örneğin, bandın hareket etmesi, üzerinde ne varsa onun da hareket etmesi demektir. Yani bilgilerin sıfırlanması isteği geldiğinde eğer bant üzerinde bir ürün vardıysa, o ürün dilimleme birimine kadar iletiliyordu fakat dilimleme biriminin bandı hareket etmediğinden ürün orada duruyordu. İlk bakışta sorun yok gibi görünse de hareket etmeye devam eden üretim bandı ürüne sürtündüğünden ürünü deforme ediyordu ve dolayısıyla dilimleme birimine gönderilen son profil bilgileri de geçersiz oluyordu. Bu problem tespit edildiğinde de müşteri geri adım atmadı ve tabii ki biz böyle bir durumda ürünün bir sonraki banda iletilmesini engelleyecek önlemler almak zorunda kaldık.
Bundan başka bir sorun daha vardı. Bantlar ne zamana kadar hareket ettirilecekti? Burada da ya belli bür süre sonra kontrol birimi bantları kendiliğinden durduracaktı, ya da kullanıcı bantların hareketini gördükten sonra başka bir komutla durduracaktı. Madem bantların hareketi kullanıcının görmesi içindi o zaman kullanıcı bantları durdursun dendi. Bunun için de başka bir mesaj tanımlandı. Mesajlar aslında çok masraflı şeyler değil ama isimleri düşündüğümüzden daha önemli. Sadece makineler arasında değil programcılar arasında da iyi bir iletişim için uygun isimler seçilmeli. Burada seçilen isimler de ilginçti. Sıfırlama için “sıfırlamayı başlat” şeklinde bir isim seçildi. Normalde bu tür bir işlem için seçilecek bir isim değil. Aslında “sıfırla” gibi bir isim daha uygun. Bir terslik olduğu daha buradan belliydi. Diğer mesaj da “sıfırlamayı bitir” ismini aldı. Bu da ters bir isim çünkü bu komut gönderildiğinde aslında sıfırlama işlemi çoktan bitmiş olmalı (Bitmemiş olma ihtimaline girmek istemiyorum bile). Bu komutun doğru adı “bandı durdur” olabilirdi ama o zaman da bu komutun her zaman (normal üretim sırasında da) verilebileceği izlenimi oluşabilirdi ki bu da doğru değil. Her ne kadar felsefeyi biraz sevsek de bu isim konusunu çok uzun tartışmak istemediğimizden yukarıdaki “başlat” ve “bitir” komutlarını aldık ve mesajları programladık.
Yıllar sonra müşteriden yeni bir istek geldi. Kendi kullanıcı arabirimini programlamak istiyordu. Yeni sistem eski işlevleri yerine getirebilmeliydi. Mesajları ve haberleşme sistemini tanımlamaya başladık ve karşımıza yine sıfırlama komutu çıktı. Müşterinin kullanıcı arabirimini programlayan elemanla bunu konuştuk ve bir cevap mesajıyla bunu kolayca halledebileceğimizi söyledik. O da bunu mantıklı buldu ve müşteriyle konuşacağını söyledi. Ne yazık ki müşteriden yıllar önce aldığımız cevabın aynısı geldi. Bantlar hareket etmeli! Heralde yıllarca kullana kullana kullanıcılar bu sinyale o kadar alıştı ki yeni ve daha kolay bir şey istemiyorlardı ya da yeni şeyin eğitimi çok daha pahalı olacaktı. Detaylarını bilemiyorum ama şu anda “sıfırlamayı başlat” ve “sıfırlamayı bitir” diye iki mesaj programlıyorum.