Satranç mı briç mi?

Bu akşam liseden bir arkadaş instagram üzerinde şairler ve aşkları konusunda konuşacak. İkisinden de anladığım söylenemez ama programı dinlemeyi düşünüyorum. Tek sorun aynı saatte briç turnuvam olması. Bilgisayarla turnuvada oynarken telefonda da programı dinlerim heralde.

Lisede, hatta daha öncesinde satrançla ilgileniyordum. Satranç mantıkla ilgili bir numaralı oyundu o zamanlar. Çevreden öyle duymuştum bir kere. Satranç saf mantıktı ve satranç mantığı geliştiren bir oyundu. Okullarda da satranç desteklenen bir oyundu. Her okulda bir satranç kolu olurdu. Satrançla o kadar çok ilgileniyordum ki neredeyse lise sınavını kazanamayacaktım. Bir şekilde ikinci tercihime girebildim ama. Ondan sonra satranç hastalığım okulda da devam etti. İyi bir oyuncu muydum? Okuldaki çevreme göre fena değildim. İlk sene anca ikinci olabilmiştim. İkinci sene şansa birinci oldum, hatta liseler arası bir turnuvada Kayseri’de birincilik kupası da aldım ama o kupayı okula vermedim ve kendisi şu an yerin altında bir yerlerde. Son sene de sınava hazırlanacağım diye turnuvalara katılmadım. Üniversitede ise bana aslında pek de iyi olmadığımı gösteren bir kaç rakiple karşılaşma imkanı buldum.

Daha sonra kuzenlerimin de yardımı ve biraz zorlamasıyla briç öğrendim ama sadece öğrendim. Oynayabildiğim söylenemezdi. On yıl önce filan briçi yeni baştan öğrendim. Artık satrancı tamamen bıraktığım yıllardı ve ondan sonra düşünmeye başladım. Neden daha önce briç öğrenmedim ve neden orta seviye okullar satrancı desteklerken briçe hep kötü gözle bakıyorlardı?

Okul idarelerinde satranç oynayan öğrenciler mantıklı düşünmeyi öğrenirken briç oynayan öğrenciler sanki serseri olacak gibi bir görüş vardı. Oysa briç gerçek hayata daha yakın bir oyundur.

Satrançta her hamle kesindir, herkes eşit bilgiye sahiptir ve dolayısıyla kaybettiyseniz hata yapmışsınızdır. Briçte öyle değil. Kusursuz oynasanız bile kaybedebilirsiniz ve yanlış oynasanız da kazanabilirsiniz. Aynı hayatta olduğu gibi. Rakibinizin gücüyle ilgili bir şey değil bu, oyundaki şans faktörü ve herkesin sadece kısmi bilgiye sahip olmasına bağlı. Ayrıca briç de tamamen olasılık hesabı ve mantık üzerine kurulu bir oyun. Yani satranç sadece mantığı geliştirirken briç, insanların oldukça zayıf olduğu ama hayatlarının her anı kullanmaları gereken olasılık hesabını da geliştirir.

Türkiye’de durumlar nasıl bilmiyorum ama Almanya’da orta seviyeli okullarda briç klüpleri yavaş yavaş kurulmakta. Umarım bu oyun bütün dünyada hakkettiği yerlere ulaşır.

Fetih

Her ülke, her millet tarihindeki başarıları coşkuyla kutlasa ne kadar güzel olurdu. Çok büyük başarılar olmasına da gerek yok bence. Kutlanacak bir şey elbet bulunur. Ayrıca son gülen iyi güler görüşünü de iyi bir strateji olarak görmüyorum. Gülme fırsatını buldun mu güleceksin. Bugünün işini yarına bırakma!

Hatta bir milletin bazı başarılarını diğer milletler de beraber kutlayabilir. O zaman dünya daha güzel bir yer olmaz mı? Mesela biz Malazgirt savaşıyla Anadolu’ya girişimizi, doğudaki ülkelerin halkları da Türklerden kurtulma bayramı gibi kutlayabilir. Tabii ki bu örnekten tarih ve coğrafya konusunda ne kadar cahil olduğum belli oluyordur ama fikir aşağı yukarı anlaşılıyordur. Biz batıya geldikçe doğudaki varlığımız ya da gücümüz azalıyordur. Dolayısıyla doğudaki milletler için de kutlanacak bir şeyler oluyordur.

İstanbul’un fethi de tam kutlanacak bir başarı. Söylentiye göre çağ kapatığ çağ açtık bu fetihle. İşin komik kısmı ise açtığımız çağa diğer milletler bizden iyi girmiş. Olsun, yine de bu fethi kutlamalıyız. Hatta Yunanlılar da artık kutlamalı. Büyük İstanbul depreminden kurtulmalarının yıldönümü ne de olsa.

Hemen aklıma gelen bazı kutlamaları yazayım.

10 Ağustos: Batılılar tarafından kutlanabilecek olan “Osmanlılara her istediğimizi kabul ettirebileceğimizi görme bayramı”. Aynı günü Osmanlılar da “Ülkenin sorunlu bölgelerinden kurtulma bayramı” olarak kutlayabilir. Ne tesadüf ki bu yıl yüzüncü yıldönümüymüş. Hep beraber kutlamak ne güzel olurdu.

30 Mayıs: Türklerin Avrupa’dan atılma bayramı olabilir. Aynı şekilde biz de bu günü batının ahlaksızlığından kurtulma bayramı olarak kutlayabiliriz. Aslında acele etsek kutlamalar bugüne yetişebilir.

Dilerim bu örnekler kısa süre içinde hem çoğalır hem de uygulanır. Bu şekilde dünyanın çok daha güzel bir yer olacaktır.

Takipçi

Geçen gün arkadaşlarla konuşurken biri bana “senin blogunu kaç kişi takip ediyor?” diye sordu. Az daha “sen de takip ediyorsan bir kişi” diyecektim ama vazgeçtim ve bilmediğimi söyledim.

Bu sosyal medya uygulamaları bizi birçok kişiyi takip ettirir oldu. Instagram, Twitter, Facebook benim sıklıkla kullandığım ortamlar. Başlangıçta her şeye yetişebiliyordum ama takip ettiğim kişi sayısı arttıkça sevdiğim insanların gönderilerini bile kaçırır oldum. Takip ettiğim kişileri sınıflamak da hoşuma gitmiyor açıkçası, birçoğunu öyle kesin bir sınıfa koymak mümkün olmuyor bile.

Bir de takip ilişkisinin diğer yönü var. Takip edilme yani. Çok takip edilen birinin de işi zor. Bir mesaj gönderse ve her takipçi bu mesaja bir yorum yazsa hepsine cevap vermeye yetişemez. Bunun yerine bazı yorumlara cevap vermeyi deneyebilir. Cevap verdiği yorumlarda konuşmalar daha uzayabilir, cevap yazmadığı yorumları yazanlar da “beni iplemiyor” diye düşünebilir. Eğer takip edilen kişi yorum yazmadıklarını iplediğini göstermek için onlara da cevap yazmaya kalkarsa da yetişememe seçeneğine dönmüş oluruz.

Her ne kadar temelde ben de çok kişi tarafından takip edilmek, beğenilmek istesem de az kişi tarafından takip edilmenin nimetlerinin de farkındayım. Çok takipçinin baskısı nedeniyle insan bazen istediği bir şeyi yazamayabiliyor. Yanlış kişiler okuyunca tatsızlık çıksın istemiyor. Ya da kafasında taşıdığı bazı yükleri ortaya anlatıp bunlardan kurtulamıyor. Az takipçim sayesinde, sorunlarımı Midas’ın berberinin yaptığı gibi dayanılmayacak ağırlıklara ulaşana kadar taşımama gerek kalmıyor. Nasıl olsa her yazdığımı okuyan yoktur diye karanlık yanlarımı araya ufak ufak serpiştirebiliyorum. Karanlık taraflarım elbette var. Herkesin olduğu gibi.

Bahçede hayat

Bu akşamki kontrolde bahçedeki durum yine umut verici bir hal aldı. Kaynanamın yolduğu otların yanındaki bir sarımsak otunun yaprakları kemirilmişti. Bu bir tırtıl işareti olabilir diye otu incelemeye başladım ve aradığımı buldum.

https://www.instagram.com/p/CAvdTwhJO1_/

Kerata gerçekten de iyi kamufle oluyor.

Bundan başka ağustosböceğigiller de ortaya çıkmaya başladı.

https://www.instagram.com/p/CAvfuR5pfEO/

Pencere kenarındaki çiçeklerim de kediler izin verdiği sürece büyümeye devam ediyor. Çok kararsız durumdayım. İçerde Maryam küçük çiçeklerin topraklarını dağıtıyor, bahçede de salyangozla çiçekleri yiyor. Biraz daha sabretmeliyim sanırım.

Hasekiküpesi

Hezaren çiçeği

Bunun dışında çilekler, frenk üzümleri olmaya devam ediyor. Domatesler de henüz yolun başında ama fena gözükmüyorlar.

Gerçek bir sayısalcı

Büroda oturmuş günlük delirme sınırımızda bir o yana bir bu yana salınımlarımıza devam ediyorduk. Görüntü işleme grubundan matematikçi arkadaş dikkatlice kapıyı açıp içeri girdi. Yine nerede bir hata buldu acaba diye beklerken heyecanla anlatmaya başladı:

– Ay büroda dayanamıyorum artık.

+ …

– Karşımda oturan stajyerin davranışları deli ediyor. Çıldıracağım. Çalışamıyorum, ben de kaçtım geldim.

+ Nasıl davranışlar?

– Şey işte, nasıl anlatayım? Şöyle şeyler değil de, hmmm …

Burada cümleler bitti artık sadece el kol hareketlerine başladı. Yanında bir şey de söylemek istiyordu ama aklına bir türlü gelmiyordu. Bu sahnelere alışıktık. Dakikalarca sürdüğü olurdu.

– Şey değil ya, bilirsin sen.

El hareketlerine devam.

+ İki kelime? Yabancı?

Cevap yok ama hareketler daha da hızlandı.

+ Film? Dizi. Birinci kelime …

Bir iki dakika biz dalga geçtik, o bize el kol hareketleri yaptı ama sonunda kelimeyi buldu. Sözlü.

Eleman stajyerin sözlü olmayan davranışlarından rahatsız olmuş. Sonra bu hareketleri anlatmaya başladı. Parmaklarıyla masaya vurmak, farenin tuşuna sert ve sıkça basmak, klavye tuşlarıyla ritim tutmak falan filan. Kabul etmeliyim ki bu örnekler simetri hastası, evet ve hayırdan (aslında sadece hayır) başka bir cevap bilmeyen, yemeği çatalla sosundan ayırmaya çalışan (ve bunda başarılı olan) bu arkadaşı delirtmek için gerçekten de yeterli şeylerdi.

– Sizin büro daha kalabalık, daha gürültülüdür ama bizim bürodan iyidir.

+ İstersen buraya gelebilirsin ama ben de hep kendi kendime konuşuyorum. Ona göre.

Bunu biraz düşündükten sonra ciddi olduğuma ikna oldu ve kendi bürosuna döndü.

Bahçe durumları

Kelebek çalımın yanındaki tırtıl ve uğurböceği larvaları kayıp. Kaynanam bahçemin acınacak durumunu görüp yaban otlarını yolmuş. Bu arada otların üzerindeki misafirler de ya ölmüş ya kaçmış. Neyse, artık önümüzdeki canlılara bakacağız.

Bugün sipariş ettiğim tripod geldi. Biraz bahçede deneme yaptım.

https://www.instagram.com/p/CAs34ITJlL-/

Gülümüz iyice açtı artık.

https://www.instagram.com/p/CAs4gRIJ-r3/

Bu yıl ektiğim tohumlardan açan ilk çiçek bu oldu. Adını not almadığım için şu an bilemiyorum ama.

https://www.instagram.com/p/CAs5KScpSJu/

Frenk üzümlerimiz de olmak üzere.

Çılgın bir iş günü daha

Dün akşam internette arkadaşlarla konuşurken konu tabii ki korona krizinden açıldı. Türkiye’deki arkadaşlarım hep home ofis çalışırken ben her gün işe gidip geliyordum. Aslında bizim IT’nin bütün beceriksizliğine rağmen teorik olarak evden çalışmam mümkün, yazdığım programlar ürettiğimiz makinelere pek bağlı değil. Unit testler, mock objectlerle işimi rahatlıkla halledebilirim. Benim işe gitme nedenim daha çok evde konsantre olamamam, sosyal olma ihtiyacı (evet, asosyal de olsam biraz sosyallik gerekiyor) ve yolda kitap okuyabilme fırsatı. Kısaca home ofis çalışabilenleri kıskandığım hiç olmadı ama Türkiye’yi tabii ki kıskanıyoruz.

Bugün büyük bir müşteri için yaptığımız bir proje üzerine çalışmam gerekiyordu. Normalde bürodan test merkezindeki her makineye erişip onları kontrol edebiliyorum. Sadece makineleri çalıştırırken bazen dikkatli olmak gerekiyor. Neyse, test sistemine yeni versiyonu yüklemeye çalıştığımda farkettim ki makineye erişmek mümkün değil. Arkadaşa neden erişemediğimi sorduğumda müşterinin de aynı sistemde test yaptığını ve bu nedenle makinenin intranette olmadığını söyledi. Programı nasıl yükleyeceğimi sorduğumda da bir adet USB sürücüsü gösterdi. Geçen hafta da başka bir müşterinin makinesini müşteriyle beraber test etmiştik ve orada sorun olmamıştı, makineye intranetten erişilebiliyordu. Ayrıca şef bu makineyi hem benim hem de müşterinin aynı anda test edebilmesi için organize etmişti ama bu ufak ayrıntıyı unutmuştu demek. Gören de demilitarized zone filan kullanıyoruz sanacak, alakası yok. Programı müşteriye göndersem ve o yüklese daha çabuk olabilir diye bile düşündüm ama kaçış yok. Mecburen her test için yirmi metre filan yürüyeceğim. Aslında fena da olmayabilir, günlük sporumu yapmış olurum böylece. Ah bu içimdeki Pollyanna da hiç ölmeyecek gibi.

Tam ben test işlerine başlamıştım ki, arkadaş programı müşterinin makinesine (bizim test merkezindeki değil, müşterinin test merkezindeki) makineye de yüklemesi gerektiğini söyledi. Meğer şef ondan bunu yapmasını istemiş. Gerekçe de müşterinin bizim bir şeyler yaptığımızı düşünmesini sağlamakmış. İyi bir düşünce ama bu yükleme işi bitince müşterinin ilk sorusu tabii ki “Yeni ne var? Ne test edebiliriz?” olacak. Buna henüz bir cevabımız yoktu. Son toplantıdan beri başka bir müşterinin projesiyle uğraşmıştık. Şef de bugün başka bir yerde başka bir müşteriyle toplantıda. Ben de arkadaşa “programı şimdi yükleme, bana bir saat ver. Müşterinin test edebileceği yeni bir fonksiyonu ekleyeyim sisteme” dedim.

Bu sırada başka bir bölümden bir eleman aradı ve bana dünkü testte bir sorun çıktığını ve bunu düzeltip düzeltmediğimi sordu. Ben de “Hangi makine, ne testi, ne sorunu?” diye sorusuna üç soruyla cevap verdim. “Dün biri bir test yapmış ve bizim şefi aramış, o sen değil misin?” diye üç soruma tek soruyla karşılık verdi. Bu oyun iyice sıkıcı olmaya başlamıştı. “Hayır” dedim. Bu testlerden haberimin olmadığını söyledim. Bu arada kendi kendime de soruyorum, kimin aradığını neden şefine sormuyor? Sonra bunu ona da sordum. Şefi bugün izinliymiş. Bu şirkete bayılıyorum bazen. Minimum bilgi ile maksimum iş yapıyoruz.

Sonunda testi kimin yaptığını öğrendik. Test sonuçlarını makineden alayım bari dedim ama makine çoktan müşteriye gönderilmiş. En iyisi şimdi başka bir makine bulup şu testi bir de ben yapayım. Önceki makineyi kaybetmiş olabiliriz ama sonrakileri kurtarayım bari.

Yine, yeni, yeniden şapkalar

Bu seferki soru Peter Winkler’in “Mathematical Puzzles: A Connoisseur’s Collection” adlı kitabından geliyor.

Mahkumlar bir odada toplanıyor ve bir çemberin etrafına diziliyorlar. Herkes birbirini görüyor. Her birinin başına yazı tura ile seçerek ya kırmızı ya da mavi bir şapka konuyor. Kimse kendi şapkasını görmüyor ve odaya girdikten sonra kimse birbiriyle iletişimde bulunamıyor. Şapka koyma işlemi bitince sırayla herkes sırayla gruptan ayrı alınacak ve kendisine şapkasının rengi sorulacak. Bu kişi ya şapkasının rengini tahmin edecek ya da pas geçecek.

Eğer kimse tahminde bulunmazsa ya da en az bir kişi yanlış tahminde bulunursa bütün grup idam edilecek. Yani grubun kurtulması için tahminde bulunanların hepsinin doğru renkleri bulması gerek. Kurtulma şansını artırmak için bir strateji bulun.

İş dünyasındaki anlamadığım olaylar

Projeler genelde belirlenen zamanda ve istenen ölçülere uygun şekilde bitmez. Bu durumda projenin kimin için yapıldığı önemli olabilir. Kendim için yaptığım bir projede bunlara çok takılmayabilirim. Nasıl olsa yarın ölecekmiş gibi yaşamadığımdan bir gün daha geç bitse de olur. Burada çko belirgin olmasa da iki önemli adım var. Birincisi projenin gecikeceğini projenin alıcısına, yani kendime haber veriyorum ve ikincisi de projenin müşterisi, yani ben, bu gecikmeyi nedenlerini bilerek kabul ediyor.

Bu adımlar kendimiz dışındaki bir müşteriyle çok değişik şekillerde yürüyebiliyor. Bazen müşteriye işin yetişmeyeceği çok geç bildiriliyor. Bazen müşteri işin aslında yetişmediğini malı teslim aldıktan sonra kendisi keşfediyor. Bu durumlarda müşterinin hayal kırıklığını, kızgınlığını anlatmama gerek yok heralde. Tabii ki hemen telefon açıp hesap sormaya başlıyor. Burada da kendisine aslında önemli olmayan çeşitli nedenler sunuluyor ve sorunun giderileceği sözü veriliyor. Artık müşteriler de bu işlere iyice alışmış olmalı ki projeler aynı müşterilerle bile aynen böyle devam ediyor.

Burada bahsetmek istediğim asıl senaryo aynı projede müşteriyle beraber aynı anda çalışılan işler. Örneğin bir sistemin bir parçasını biz yapıyoruz, bir parçası müşteriden geliyor ve bunlar entegre edildikten sonra sistem müşteriye satılıyor. Bu entegrasyon sürecinde iki taraf da aynı sistemi kendileri açısından beraber test ediyor, beraber hataları düzeltiyorlar. Böyle bir ortamda tarafların birbirlerine yalan söylemesinin ne anlamı var diye düşünmeden edemiyor insan.

Kendi kendime açıklamalar arıyorum ama her zaman bulabildiğimi söyleyemem. İlk düşündüğüm şey bu sözler verilirken benim bilmediğim bilgilerin de kullanıldığı oluyor. Ne bileyim, belki müşteriyle sistemin yüzde yüz hazır olmayacağı zaten konuşulmuş olabilir. Teslimden bir ay sonra bütün hatalar giderilecek diye anlaşma yapılmış olabilir. Bu tür şeyler bizim gibi yazılımcılarla pek konuşulmaz. Asıl eğlence ise müşterinin yazılımcısı da bunlardan haberdar değildir ve iki tarafın yazılımcısı birbirlerini aynı sınıfın ezilen üyeleri olarak görüp birbirlerine içlerini dökmeye başlayınca başlar. Bu konuşmalar kulaktan kulağa iki tarafın patronlarına da ulaşır. Sonra yazılımcılara durumu açıklama ihtiyacı görülmeden fırça atılır. Bu da yazılımcıların daha çok dedikodu yapması şeklinde kısır döngü yaratır.

Son gördüğüm olay ise bunlardan bir adım daha kötüydü. Yazılımcılar beraber aynı sistemde testler yapıyor, dolayısıyla iki taraf da sistemin aslında hazır olmadığını biliyor. Teslimattan önce şefler seviyesinde son bir telefon konferansı yapılıyor. Toplantıya yazılımcılar da katılıyor. Bu toplantıda durumdan haberdar olan müşterinin şef kadrosu sistemin yetişmeme şansı varsa teslimatı erteleme teklifinde bulunuyor. Fakat diğer ekibin kahraman şefleri buna gerek olmadığını, sistemin hazır olduğunu ve hatta daha planlanandan iki gün önce teslim edileceğini bildiriyor. Büyük ihtimalle iki tarafın da yazılımcıları bu sırada kendi şeflerine siz manyak mısınız der gibi işaretlerde bulunuyordu. Görüntüsüz telefonun avantajlarından biri de bu tür iletişimlere izin vermesidir. Bu görüşmede müşterinin açıkça geçmişteki tecrübelerinin yarattığı hayal kırıklığının bu sefer de gerçekleşeceğinden korktuğunu açıkça söylemesi de diğer şeflerin tavrında bir değişiklik yaratmadı.

Evet, sistem planlanandan iki gün önce bilinen bütün sorunlar giderilmeden müşteriye teslim edildi. Müşteri de bütün bu süreç boyunca bunun olacağını biliyordu. Hala düşünüyorum. Bu tür iş hamleleri yapılırken oyuncular kendilerini karşısındakilerin yerine hiç mi koymuyor? Karşısındakinin rasyonel hareket edeceğini varsaymıyor mu? Bulabildiğim tek cevap gerçekleri söylemenin durumu çözülebilir bir hale getirmeyecek olması. Yani diyelim ki müşterinin teklifi kabul edildi ve teslimat ertelenecek. Peki ne kadar ertelenecek? Buna cevap verebilmek için yeterli bilgi yok heralde. Uzun bir süre söylenirse şimdiye kadar söylenen yalanların boyutu da büyüyecek. Kısa bir süre söylenirse yine yetişmeyecek ve yine aynı noktaya gelinecek. Heralde sistemi zamanında ya da daha erken teslim ederek suçu şimdiye kadarki belirsizliklere atmayı planlıyorlardır, şimdiye kadar farkedilmemiş hatalar gibi. Diğer taraftan müşteri bu süreç yönetimlerinin kendisini geçmişte de hayal kırıklığına uğrattığını açıkça söylemiş. Yok bu işin içinden çıkamıyorum. Bir çeşit çaresizlik olmalı ama bilemiyorum ama.

Günlük

Evet, bu sabah bahçedeki uğurböceği larvalarının filmini çektim. Ayrıca dün gördüğüm tırtılı da aradım ama onu bulamadım. Yerine gerçekten de bir turuncu süslü tırtılı buldum. Belki de düşündüğümden daha çok kelebek bahçede yumurtladı. Otları yolarken daha dikkatli olayım.

https://www.instagram.com/p/CAdlomQJvyW/
turuncu süslü tırtılı sarımsak otu yaprağı üzerinde

Bu tırtıllar yapraklar üzerinde o kadar güzel kamufle oluyor ki bulmak için yenmiş yaprak aramak en kolay yol gibi gözüküyor.

Bu da uğurböceği larvalarının videosu.

Videonun son kısmında avcı larvaların birini avını yerken görebilirsiniz. Uğurböceği deyip geçmemek lazım. Etobur türleri var.

Bugün yine internetteki gazete haberlerinin başlıklarının ne kadar saçma olabileceğini gördüm.

“Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: Türkçe konuşmak virüsü daha az yayıyor”

Başlık bu. Adam başka şeyler anlatmış. Bir de ilginç bilgi olarak bazı seslerin (örneğin ts) daha çok damlacık yaydığı şeklinde yabancıların bir araştırmasına gönderi yaparak Türkçe’de bu sesin olmadığından Türkçe virüsü daha az yayar heralde diye bir çıkarım yapmış. Gazeteler de bu bilgiyi adamın tüm konuşmasının yerine koymuş. Habercilik, özellikle de internetteki habercilik artık bu noktaya geldi. Diğer taraftan Mehmet Bey’in çıkarımı da yetersiz olabilir. Tweetindeki alıntıya göre test İngilizce yapılmış diye düşünüyorum. Değişik dillerde değişik sesler daha farklı sıklıkla kullanılabilir. Örneğin “ç” sesi daha az damlacık üzretmesine rağmen belki Türkçe’de İngilizce’ye göre çok daha fazla kullanılıyorsa toplamda ciddi bir problem olabilir. Eğer tembellik yapmayıp bu çalışmayı bulur ve okursam belki daha kesin şeyler söyleyebilirim.

Artık yavaş yavaş yatabilirim. Terence hala dışarıda. Çekingen Terence özgrülüğüne en düşkün kardeş çıktı. Heralde hala komşunun bahçesinde böcek ya da yarasa filan avlıyordur.