96 Hours

Dün evde televizyonu yalnız bulmuşken bir fim seyredeyim dedim. Hangi film ama? Seçim işi öyle kolay değil. Hayır, kalite filan sorun değil. Asıl olay filmin süresi. Çocuklar gelene kadar bitmesi lazım, yoksa televizyon hakkımı kaybedeceğim. Filme ara verince de devamını bir daha ne zaman seyredebilirim bilinmez. Amazon prime üyeliğinden parasız bir aksiyon filmi aramaya başladım.

96 Hours – Taken 2. Daha birincisini bile seyretmemişim ama listede daha ön sırada. Ev halkı gelmeden ne kadarını seyretsem kardır diye buna başladım. Zaman geçirmek için eğlencelik bir aksiyon filminden daha fazla bir beklentim de olmadığından her şey iyi gidiyordu. Kötü adamlar kahramanımızın ailesini kaçırmasından sonra İstanbul sokaklarında arabalı kovalamaca sahneleri başlayınca bende de bir rahatsızlık başladı. Rahatsızlığın nedeni bu kovalamacanın İstanbul’da geçmesinin filmi aksiyon sınıfından alıp gerçeküstü listelerine sokması değildi. Daha çok, bu tür aksiyon sahneleri Berlin’de ya da Paris’te geçince aynı gerçeküstü rahatsızlığı hisseden Almanlarla ve Fransızlarla ancak şimdi duygudaşlık kurabilmiş olmamdı. Basit bir aksiyon filmi seyircilere ve filmin mekanına bağlı olarak aynı anda birden fazla tarza sahip olabiliyordu. Schrödinger’in aksiyon filmi.

Bu gerçeküstü filmlerin senaryo yazarları bunu kasıtlı yapıyor olmalı. Merak ettiğim şey ise bu mekan seçimlerinin izleyici zevkleriyle bağıntılı olup olmadığı. Yani eğer büyük veri sayesinde bir ülke insanlarının gerçeküstü filmlere eğilim göstermeye başladığı görülürse hemen o ülkenin en kötü trafiğine sahip şehrinde bir aksiyon filmi çekilmeli diye planlar yapan pazarlamacılar var mı acaba?

Gerçeküstü akımında izlenen yol da ilginç. Eskiden son model ya da bilim kurgu araçlarla bu kovalamacalar yapılırken, son zamanlarda oldukça normal arabalar kullanılmaya başlandı. Hatta seyrettiğim filmde olay kahramanı bir sarı taksiydi. Yani çıtayı yükseltip üzerinden atlamayı zorlaştırmak artık geçmişte kaldı. Artık izlenen yol çıtayı altından geçilemeyecek kadar alçaltmak ama gördüğüm kadarıyla bu işi de amatörlere veriyorlar.

Bu alanda gördüğüm en iyi senaryo babam tarafından yazılmış ve bizim tarafımızdan da oynanmıştı. Kardeşimin nikahı için Bostancı’ya gidilecekti. Diğer şehirlerden gelen akrabalar Kartal’daki evimizde toplanmaya başladılar. On araba insan. Hiçbiri Bostancı nikah salonunun nerede olduğunu bilmiyordu ama hepsi de iyimserdi. Babam ise planından emindi. Benim gibi kötümser olanların ikna çabaları işe yaramayınca babam akraba topluluğunun karşısına çıktı ve senaryo görüşüldü.

“Kenan abi, nikah salonuna nasıl gideceğiz?”

“Merak etmeyin, hepiniz beni takip edeceksiniz.”

“Abi ya kaybolursak? Bari kabaca anlat, navigasyonumuz filan da yok ki.”

“Benim araba şuradaki, onu takip edin yeter.”

“Peki abi”

“Şu saatte yol çıkacağız, şu sırayla takip edeceksiniz beni, nikah şu saatte”

“Baba, biraz daha erken çıksak? Ne olur ne olmaz yani.”

“Gerek yok, erkenden gidip orada saatlerce beklemeye gerek yok. Rahat rahat yetişiriz.”

Sonunda şu saat geldi ve kontaklar çalıştırıldı. En öndeki arabada, bana verilmiş bir görevin olmamasının verdiği rahatlıkla kötümserliğimin keyfini çıkarmaya hazır bir şekilde ön koltukta oturuyordum.  Yavaş yavaş ilerlemeye başladık, konvoy da takipteydi. üçyüz metre kadar sonra kavşaktaki trafik ışıklarını geçtik. Yani sadece benim içinde olduğum araba geçti. Hemen sonra kırmızı yandığından diğer araçlar beklemeye başladı. Babam da biraz ilerde yolun ortasında beklemeye başladı. Bu sırada arkamıza gelen ve senaryodan haberi olmayan yabancı araçlar bizim bu hareketimizi beklemeyen yabancı araçlar da yine yabancı kornalarıyla bize sorunumuzun düşündüğümüzden daha büyük olduğunu hatırlatmaya çalışıyorlardı. Direnmenin pek işe yaramayacağına kanaat getiren babamın “lanet olsun” (‘Fuck you’ değil, bildiğimiz lanet olsun) komutuyla kendimizi akıntıya yavaş da olsa bıraktık. Bu sırada senaryoda yazılı olmayan ilk görevimi de aldım. Konvoyumuzun bizi hala takip edip etmediğini kontrol edecektim.

“Kırmızı ışıkta bekliyorlar baba. Hala görüyorum.”

Hemen sonra bizi daha hızlı gitmek için teşvik etmeye çalışan öfke selinin de etkisiyle sağa döndük ve konvoyu geriye doğru takip imkanım da görevim de bitti. Aynı anda babam senaryonun devamını anlatmaya başladı.

“Lanet olsun! (Yine ‘fuck you’ değil. Düşündüm de babamın küfür ettiğini hiç hatırlamam) Bunlar İstanbul’da yol filan bilmezler, kaybolurlar. En iyisi ben onları bulayım.”

“Baba, onları ararken nikahı kaçıracağız. Bence biz salona gidelim. Bizi kaybettiklerini gördüler. Durup yolu birilerine sorarlar.”

“Hayır, ben onları toplarım, merak etmeyin.”

Ben daha planladığım itirazları sunmaya fırsat bulamadan kovalamaca sahnemiz başladı.

“Yine sağa dönersem geldiğimiz yöne doğru gideriz. Lanet olası tek yön sokaklar. Yılmaz, sen etrafa bak, arabaları görürsen topla.”

Akrabalarımın bile yüzünü hatırlayamayan ben (bu da ayrı bir hikayenin konusudur) hayatımda görmediğim arabaları tanıyacaktım. Tabii ki bu durumda yapılacak en mantıklı şeyi yaptım.

“Tamam baba.”

Sağa döndük. Hızlanmaya başladık. Demin bizi geçmek için kornaya basan arabalara korna çalmaya başladık. Tabii ki hiçbirini geçemiyorduk ama şansımıza hiçbiri durup olay çıkarmadı.Birden aklıma sabah kardeşimin “evlilik hazırlıkları nasıl gidiyor?” soruma verdiği cevap geldi.

“Oğlum koşturmaktan öldüm ya. Hayır, beşbin lira daha vereyim, adam tutayım da benim yerime o evlensin.”

Sabah güldüğüm bu cevap o an çok mantıklı gelmeye başladı. Hatta beşbinin yarısını verebilirdim. Kavşağa döndüğümüzde tabii ki Nemolar çoktan kaybolmuştu.

“Lanet olsun! Şuradan gitmişlerdir heralde. Dur bulayım şunları. Siz de bakmaya devam edin, görürseniz haber verin”

“Tamam baba”

Sanırım sonraki bir saat Bostancı’ya kadar olan bütün yollardan ikişer kez geçtik. Sonunda karşı istikametten gelen Kocaeli plakalı bir araç gördük. Daha da yaklaşınca aslında senaryoya göre arkamızda olması gereken bir araç olduğunu anladık ve işaret parmağımı havaya kaldırıp saat yönünün tersi istikamette iki kere çevirerek “Az ilerde döner kavşak var. Hayır, size göre az ileride, bizim arkamızda kaldı. Oradan dönüp bizi takip etmeye devam edin” işareti yaptım. Bir saat içinde yüzde onluk başarı babamın da hoşuna gitmemiş olacak ki senaryoda bir değişiklik daha yaptı.

“Lanet olsun. Nikah salonuna doğru devam edelim, diğerlerini bulamayacağız galiba, bari geç kalmayalım.”

“Tamam baba”

Nikah salonuna 50 metre kala kayıp arabalar mucizevi bir zamanlama ve mekanlamayla değişik yönlerden gelip arkamıza geçtiler. Araçları park ettikten sonra sahne sonrası görüşmesine geçtik.

“Neden beni takip etmediniz ki?”

“İyi de Kenan, kırmızı ışık yandı, bekledik.”

“Planımız o değildi ki, beni takip edecektiniz. Bİr dinlemediniz beni!”

Bir yanıt yazın