Fen Lisesi ikinci sınıfın ilk edebiyat dersinde Yasemin hoca bu yıl kendimizi nasıl hissettiğimizi sormuştu. Ben de ayağa kalkıp, sıranın arkasına yaslanarak “İlk seneyi atlattım, artık bana bir şey olmaz heralde” gibi bir cevap vermiştim. Yatılı okula uyum sağlamıştım, dersleri sorunsuz geçmiştim. Bütün beklentileri karşılamıştım. Kendi beklentilerimi. Merak ettiğim bir şey vardı ama, acaba burada aldığım öğretim diğer okullardan gerçekten farklı mıydı? Matematik ya da Fen olimpiyatlarına gidebilen arkadaşlar kadar yetenekli değildim. Bilimsel projeler yapabileceğimi de sanmıyordum. Öyle ortalama bir öğrenciydim. Ayrıca bu sorunun cevabını da kolay yoldan, kısa sürede öğrenmek istiyordum.
Bir akşam etüdünde herkes ertesi günkü derslere hazırlık yaparken, Kürşat, Özgür ve ben artık nasıl sıkıldıysak bir ispat yapalım dedik. Derslerde sürekli ispatlar öğreniyorduk ama kendi başımıza bir şey ispatlamayı hiç denememiştik ve bunu yapabilip yapamayacağımızı da bilmiyorduk. Seçeceğimiz problem daha önce görmediğimiz bir şey olmalıydı. Yanlış hatırlamıyorsam aynı düzlemde N adet doğrunun o düzlemi en fazla kaç parçaya ayırabileceğinin formülünü bulmaya karar verdik.
Hep beraber çözüm yolları arıyorduk. Biri bir yol önerince diğerleri eksik kaldığını düşündükleri yerleri sorguluyordu. Ancak herkes ikna olduktan sonra bir sonraki adıma geçiyorduk. İlk etüt bittiğinde henüz cevabı bulamamıştık ama heyecandan ertesi günkü dersleri, ödevleri unutmuştuk bile. İkinci etütte ispatımıza aynı yöntemle devam ettik. Hiçbir şeyi atlamadığımıza inanıyorduk. Sonunda aradığımız formülü bulduk. İspatı doğru mu yaptık bilmiyorduk ama bizi kendi kurallarımıza göre ikna eden bir eser yaratmıştık.
O gün anladım ki o derslerde düşündüğümden daha fazla şey öğrenmiştim ve artık bana gerçekten bir şey olamazdı.
Bu üçlü, okul boyunca bir daha ispat yapmadı, gerek de kalmamıştı zaten.