Lise ikinci sınıftaydım. Fen Lisesi turnuvası için Kayseri Fen’e trenle gidiyorduk. Evet, bu tren de Ankara’dan geçti ama bu o Ankara treni değil. Ankara treninde olan Ankara treninde kalır. Tam hatırlamıyorum ama heralde Haydarpaşa’dan binmişizdir trene. Normal bir yolculuk oluyordu. Daha İstanbul’dan çıkmadan trende bir söylenti çıktı. Karşı istikametten gelen bir trenden biri bizimkilerin üzerine tükürmüş. O zamanlarda trenler hareket ederken camları açılabilir, kafalar o camlardan çıkarılabilirdi. Hatta kapılar bile açılabilirdi. Neyse ki kafalar tokuşmamış.
Yol boyunca başka neler oldu pek hatırlamıyorum. Zaten o turnuvaya gitmeyi pek istemiyordum. Ne kadar uğraştıysam da Akif hocayı vazgeçiremedim ve satranç takımı olarak ben de kafileye katılmak zorunda kaldım. Ankara’dan sonra yolun çok daha uzun sürdüğünü hatırlıyorum. Sanki Erciyes’in etrafında bir tur attık gibi gelmişti bana. Akşama doğru Kayseri Fen’e vardık. Bizi arka tarafta bir yatakhaneye götürdüler. Tuvalet kağıtlarının olmadığını hatırlıyorum. Yatakhanede yapılacak bir şey olmadığından aşağıya indik. Yanımıza da içecek bir şeyler aldık ama şişeleri açmak için bir şey almamışız. Şimdi bir sene sonra bu insanların üniversite sınavında derece yapacağına kim inanır ki? (Spoiler: Hiçbirimiz yapamadık). Heralde Kayseri’de bize tribüşon filan dağıtacaklarını hayal etmiştik. Peki bu durumda ne yaptık? Fen Liseli zehir gibi çocukların bu sorunu kolayca hallettiğini düşünebilirsiniz. Tabii ki haklısınız. Şişelerin ağızlarını taşla kırdık. Bu yazıyı okuyanlara küçük bir uyarı yapayım. Böyle bir şeyi sakın yapmayın. Evde de yapmayın, yalnızken de yapmayın, Fen Liseli arkadaşlarınızla da yapmayın. Şansa kimse cam parçaları içmedi de bir de doktor filan aramak zorunda kalmadık. Hep derim, Allah kimseyi susuzlukla sınamasın.
Ertesi gün spor karşılaşmaları başladı. Satranç maçları öğleden önce başlıyordu ve benim ilk rakibim yanlış hatırlamıyorsam Gaziantep Fen’dendi. O sırada diğer dallarda da maçlar oluyordu. İlk maçımı çok zorlanmadan kazandım. Maç bittikten sonra bizimkileri aramaya çıktım ve o sırada Akif hocanın da beni aradığını gördüm. Öğle yemeğini kaçırdığım için bana harçlık verdi ve otobüsle peribacalarını görmeye gideceğimizi, hazırlanmamı söyledi. Otobüsle eğlenceli bir yolculuktan sonra peribacalarını gezdik. Hatırladığım şey, o kumlu zemin için hiç uygun ayakkabılarımın olmadığıydı. Heralde kimsenin uygun ayakkabısı yoktu ama benimkiler çok kötüydü. Hafif eğimli yerlere bile çıkamadım. Bazıları o bacalara içeriden tırmanmayı düşündü ama ya sıkışıp kalırsak diye vazgeçtiler.
Akşama doğru da müsabakalar oldu. İlk akşam sanırım kızların maçı vardı ve orada şeftali ağaçları şeklinde bir tezahürat denemesi de yaptık. Güzelim tezahürat maçı kazanmamıza yetmedi. Akşam yemeğinden sonra fen lisesi turnuvalarının asıl amacı olan kaynaşma çalışmalarına başladık. Yani müzik. İlk gece ve gündüz neler yaptıysak artık, insanlar bizden çekiniyor gibiydi. Biz yine de çalıp söyledik. Zaten bizim felsefemiz daha çok turnuva bahane, müzik şahane idi.
Ya o akşam ya da ertesi sabah bize bir uyarı geldi. Okul yönetimi, bizimki değil, giyim kuşamımızdan rahatsız mı olmuştu ne, daha ciddi giyinmemizi istiyordu. Detaylarını pek bilmiyorum, benim öyle şeylerden haberim olmazdı zaten. Neyse işte, bu bizi çok kızdırmıştı ve kahvaltıya hep beraber şortlarla gitmeye karar verdik. Neden bilmem ama benim bile yanımda şort vardı. Dediğimizi de yaptık.
İkinci gün rakibim Kayseri Fen şampiyonuydu. Açılışta bir piyon kaybetmiştim. Bu dezavantajla saatlerce mücadele ettim. Artık gözetmen hoca da gitmişti, sadece ikimiz kalmıştık. Nasıl olduysa oyunu iyice karışık bir hale getirip taktiklerle kazanmayı başardım. Sanırım yedi saat filan oynadık o gün. Tabii ki öğlen yemeğini yine kaçırdığımdan Akif hocadan yine harçlık aldım. Bu turnuva benim için karlı olmaya başlamıştı. O günkü diğer müsabakalarımızı kaybettikten sonra akşam yine çemberimizi oluşturduk ve çalıp söyledik. Bu sefer diğer liseler de katıldı bize.
Son gün finali Ankara Fenliyle oynayacaktım. Oyunlarını çok çabuk kazanmıştı ve yaptığı açılış hakkında hiçbir bilgim yoktu. Erken gidip biraz o açılışa çalışayım dedim. O sırada Kayseri Fen’in hocası geldi ve dünkü maçı sordu. Ben de kazandığımı söyledim. Adam çok şaşırmıştı. Öğrencisinin üstün olduğunu ve o pozisyonda nasıl kaybettiğini anlamadığını söyledi. Tahtayı kurduk ve pozisyonu analiz etmeye başladık. Bir yerde şimdi şu hamleyi oynasa ne olurdu diye sordu. O hamleden sonra bir vezir bir de kale feda ederek mat ettim. Sonra o pozisyona geri aldık ve başka bir hamle denedi. Bu sefer de iki kale feda ederek mat ettim. Pozisyon çok açıktı ve biz o pozisyona gelene kadar saatlerce oynamıştık ve yorgunduk. Sonra başka bir hamle yaptı ve bu sefer kazandı. Gödün mü kazanç durumuymuş dedi. Ben de evet yüzde otuz üç olasılıkla dedim.
Sonra Ankara Fen Lisesi şampiyonuyla maça başladık. Her zamanki açılışını yaptı. Bu açılışa hala bir cevap bulamamıştım. Daha üçüncü hamlede filan garip bir hamle yaptı. Neden bu kadar zayıf bir hamle yaptığına anlam veremedim. Bunun üzerine tempo ile saldırıya geçtim ve daha beşinci hamlede vezirini kaybetti. Açılışın hakkını vermemişti ama artık rahatlamıştım. Kazanmam garantiydi artık. Bir sene sonra meşhur Ankara treniyle Ankara Fen’e gittiğimzde orada Bora ile maç yapmıştım ve o berabere bitmişti. Asıl Bora’yı göndermeleri gerekiyordu Kayseri’ye. Böylece turnuvayı kazanmış oldum ama heralde oyun kalitesi açısından Kayserilinin hakkıydı bence, şansım yaver gitmişti.
Son gün maçlarımızı da kaybettikten sonra ödül töreni yapıldı. Herkes okulunun eşofmanlarıyla filan törene gelmişken, ben kazak artı kumaş pantolon ile dikildim öyle. Ya tabii ki benim de eşofmanım vardı yanımda ama düşündüm ki, bana iki beden büyük olan eşofmanla maymun gibi gözükeceğime kazakla maymun gibi gözükeyim. Sonradan gördüğümüz üzere hediyelik eşya satılan yerlerden aldıkları birincilik kupasını aldım ve dönüş yolculuğuna çıktık.
Otobüsle Kayseri merkeze indik. Orada topluca yemek yiyelim dedik. Bütün kafile bir restorana girdik. Yedik içtik. Bu arada hesabın ne kadar geleceğini filan da hesaplıyoruz. Tam kalkalım artık diye düşünürken garson tatlı da ister misiniz diye sordu. Hesaba yetecek kadar paramız var mı yok mu bilmeden evet dedik. Tatlıları da yedik. Sonra hesabı vermek için kalktık kasaya doğru ilerledik. Bir de baktık ki kasanın önünde tanımadığımız epey bir insan hesap ödeme kuyruğunda. Bunun üzerine kuyruğa girmeden dışarı çıktık. Dışarı çıktık ama içimizde bir kuşku, bir korku var. Heralde hesabı Arif hocaya takacaklar diye düşünüyoruz. Birazdan başka bir grupla Arif hoca belirdi. Hocam bir sorun çıktı mı diye sorduk. Yoo, ne sorun çıkacaktı ki diye sordu. Arif hocayla rahat konuşabilirdik, ona durumu anlattık. Ha, rahat olun, ben de bir kola soktum dedi. Gülmeye başladık. En son Akif hoca çıktı. Ona da sorun var mı diye sorduk, o da hiç sorun çıkmadı dedi ama fıkraların Kayseri’sinde esnafa komple hesap sokmak bana hala pek gerçekçi gelmiyor. Heralde Akif hoca pisliğimizi arkamızdan temizlemiştir.
Sonra oradan otobüse bindik ve İstanbul’a geri döndük. Ertesi gün, otobüste uyuyamadığım için yorgunluktan derslerin bir kısmına katılmadığımı hatırlıyorum. Kayseri’de kazandığım kupayı okula vermedim. Gölcük’te evde duruyordu. 17 Ağustos 1999’a kadar.