Havaalanları görmeyenler, yaşamayanlar için oldukça ciddi yerler olabilir. Öyle değil ama. Bir sürü milletten, sayılabilir çoklukta insanı nereye koyarsanız koyun aynı sonuca ulaşırsınız.
En sevdiğim de Frankfurt havaalanıdır. Çok büyüktür ama ulaşımı çok kolaydır. Bir Stuttgart havaalanı gibi trafiği de hesaba katarak iki gün önceden yola çıkmaya gerek yoktur. Hatta trenle terminallerin doğrudan iki üç kat altına erişebiliyoruz. Tabii bu andan itibaren terminallerin büyük ve çok olması etkisini göstermeye başlıyor. Bazılarına ulaşmak yürüyerek on dakikayı bulabiliyor. Özellikle Frankfurt’a iniş daha heyecanlıdır, hele ilk seferse. Otobüs ile beş on dakikalık yolculuktan sonra bir kapıdan binalar kompleksine girersiniz. Ondan sonra bagaj tabelalarını takip edersiniz. Bazen onbeş dakika kadar sürer. Asla paniğe kapılmayın. O tabelalar sizi iç hatlara, dış hatlara, gelen yolcuları bekleyenlerin, trene yetişmeye çalışanların arasına sokar çıkarır ama sonunda bagajınızın geleceği banda katar götürür. Klasik Alman zihniyetidir: Bir işaret varsa ona güven, eğer yoksa o işaret gereksizdir, bir öncekine güven!
Eskiden Frankfurt’ta hep Alman görevliler vardı. Önemli işler için Alman disiplini şarttı. Örneğin el çantalarının kontrolünde kesinlikle hayırdan başka bir cevap vermeyen Alman polisi olmazsa olmazdı. Bir keresinde kardeşim bunların bir çiftiyle parfüm için kavga etmişti. Neredeyse uçağı kaçıracaktık. Kardeşim, parfümünü çöp kutusunda bırakıp uçağa doğru koşarken “Biraz Almanca yardım etsen o parfümü kurtarırdım” diye söylenirken ben de içimden “şu uçağa yetişelim, sana acayip laflar hazırladım” diye geçiriyordum. Bu sahnenin bir derece daha yükseğini son uçuşumda gördüm. Yine el çantaları kontrolündeyiz. Bu sefer kahramanımız uzak doğulu. Kontrolleri yapan kadın ise Hindistanlı. Oooo, heyecanlı bir kapışma olacak. Kendi kendime bahse girip cebimdeki 5 avroyu uzak doğuluya yatırdım. Görevli yanınızda sıvı var mı sorusunu sorduğunda adamın yaptığı “ne dediğinizi anlamıyorum” ve “çok iyi karate bilirim” anlamlarına gelebilecek el hareketinden bahsi kesin kazanacağımı düşünerek gülümsedim. Gülümserken çok mu ses çıkardım ne, görevli bana öyle bir bakış fırlattı ki, sol elimi bahis için aldığı beş avroyu sağ elime geri verirken yakaladım. Görevli kadın adamın naylon torbasına elini attı ve çıkardığı ilk krem tüpünü adama gösterdi. Adam yüzüne sürme hareketi yaptı. Kadın da üzerindeki hacim bilgisini adama okudu ve bunun yasak olduğunu söyledi. Çöpe atması için kremi adama verdiğinde (anlaşılan kendi malını kendi başına çöpe atma işlemi ayinin bir parçası) ise adam kremi açıp yüzüne sürmeye başladı. Bir an acaba tüpteki bütün kremi yüzüne sürecek mi diye merak ettim ama o da yüzünün potansiyelinin farkında, ayakları yere basan biriymiş ki ikinci katı sürmeye gerek görmedi. Belki de Şubat ayında bu kadar güneş kremine ihtiyacı yoktu. Bu sırada kadın torbadan diğer kremleri çıkarmaya başladı. Her birini kontrol ettikten sonra kafa sallamayı ihmal etmiyordu. Ayrıca tüplerin ve sırada bekleyenlerin çokluğu karşısında çöpe atma ayinini kendi başına yapmaya da karar vermişti. Diğer sıraların durumuna da bakılırsa Alman eğitim sisteminin yetiştirdiği en iyi yabancı görevliyle tanışma şerefine kısa bir süre sonra erişecektim. Bu sırada uzak doğulu çöp kutusuna atılmış tüplerin birini aldı ve kapağını açtı. Onu da mı yüzüne sıkacak acaba diye düşünürken sadece tüpün içini çöpe boşaltmakla yetindi. Bu hareketi beklemeyen görevli iş arkadaşlarından yardım istedi ve röntgen cihazının arkasındaki zenci görevli kremi kendinden başka kimse kullanamasın diye öyle yaptığını söyledi. Ya benimsin ya kara toprağın!
Sonunda sıra bana gelmişti. Görevli ile oldukça başarılı bir işbirliğine giriştik:
– Elektronik aletler lütfen!
+ Fotoğraf makinesi elektronik sayılıyor mu?
– Evet.
Kindle ve fotoğraf makinemi bir sepete koydum.
– Sıvı,krem?
+ Göz damlam var sadece.
Özel kapatmalı torbası içinde göz damlamı da çıkardım.
– Cepleriniz boş mu?
+ Evet.
Aslında yalandı. Sol cebimde üç milimetre çapında bir rulman vardı. Neden diye sormayın, herkesin hayatının karanlık yanları vardır.
İnsanları çıplak gösteren cihazdan geçip eşyalarımı alıp devam ettim. Pasaport kontrolüne geldiğimde ne kadar az yolculuk yaptığımı fark ettim. Eskiden sadece EU ve EU olmayan diye gişeler olurdu. Şimdi hem onların adı değişmiş, hem de insanların kendi pasaportlarını kendilerinin okutabildikleri otomatların olduğu sıralar da koyulmuş. Tabii ki sadece EU vatandaşları için. Bu tür gelişmelere rağmen sıralar koridorlarda normal geçişleri engelleyecek kadar yayılmıştı. Koridorları sadece doldurmamıştı, aynı zamanda sıralar arası hangi atomaait olduğuna karar veremeyen elektronlar gibi bir o sıraya bir bu sıraya doğru hareket eden insanlar yüzünden acayip bir kargaşa da vardı. Bunu engellemenin en iyi yolu neydi? Tabii ki insanları Avrupalı ve Avrupalı değil diye ayıran bir Pakistanlı.
Kapıda bir sürpriz yoktu. Uçağa körükten bindiğimizden koridoru tıkamayalım diye tabii ki bizi koltuk numaralarımıza göre içeri aldılar. “Önce çocuklu aileler ve yardıma ihtiyacı olarlar. Ardından 18-28 sıraları arası yolcular lütfen.” 17 numarayla bir teselli bile vurmayan biniş kartıma bakıp beklemeye başladım. Sıra bana da gelecekti nasıl olsa. Yanılmamıştım. Uçağa bindiğimde koridor boştu, işe yarayan bir sistemin kullanıldığını görmek beni her zaman sevindirir. 17. sıraya geldiğimde arkadaki koltukların bomboş olduğunu görmek hesaplarımda yoktu tabii. Diğer taraftan vatandaşlarımdan başka ne bekliyordum ki? Daha iki saat önce konturlarda bagaj teslim ederken önümdeki başka bir vatandaşım orada gördüğü bir arkadaşını “Check-up yaptırdın mı? Gel bizimle ver bagajlarını” şeklinde görevlinin itirazlarına rağmen yanına çağırmıştı.
Arkamda oturan ve iki dakikada bir “Seni yeneceğim İstanbul” diye bağıran çocuğu saymazsak olaysız geçen bir uçuştan sonra Sabiha Gökçen’e indik ve yurt içi transit kuyruğuna girdim. Kuyruğun özelliği şuydu: Bütün yurt içi transitler için tek bir pasaport memuru vardı. Sıra çok uzun değildi aslında ama her inen uçak yolcusu geç kalıyorum diye kuyruğun en önüne geçtiğinden sıradaki pozisyonum hiç değişmiyordu. Ve yurt içi transit için ne çok hedef şehir vardı öyle? Kayseri, İzmir, Ankara, Antalya, Trabzon.
Frankfurt’tan Türkiye’ye gelmek fraktal bir desende daha küçük bir bölgeye yolculuk yapmak gibiydi. İnsan ve millet sayısı azalsa da karmaşıklık aynı kalmıştı. Bütün bunları gördükten ve görmediklerimden de şüphe etmedikten sonra bütün bu insanları ve diğerlerini mahşerde bir araya toplamak hiç de akıllı işi değildir. Bir krem için bunu yapan orada kim bilir neler yapar? Buradan yetkililere bir kez daha seslenmek istiyorum. Yol yakınken dönün bu işten, sonu hiç hoş olmayacak yoksa.