İki hafta önce fazladan mesai saatlerimi izin alarak kullanayım dedim. Bu izni de uzun zamandır gitmeyi düşündüğüm Gutenberg müzesine harcadım. Müze Gutenberg’in hayatını geçirdiği Mainz şehrinde. İstasyondan yürüme onbeş yirmi dakika mesafede.
Aşırı yağmurlu bir günde normal sefer planlarına hiç uymayan tren yolculuklarıyla Mainz’a ulaşmayı başardım. Müzeye geldim. Kasadaki çalışandan bir bilet istedim ve kadın bana sanki Alman olduğunu söylemeden Alman olduğunu anlatmak için herhangi bir indirimden yararlanma hakkı iddiasında bulunmak ister misiniz diye sordu. İndirimden yararlanacak kadar genç görünmediğime emindim. O kadar yaşlı görünmediğimi de umuyordum. Hayır dedim.
Müzenin girişinde çok eski zamanlarda Mainz bölgesinde yaşamış dev hayvanların modelleri ziyaretçileri karşılamaktaydı. Gutenberg, matbaa filan diye düşünürken, aynı binanın hem doğa müzesi hem de matbaa müzesi sergi alanı olarak kullanıldığını öğrendim.


Mainz uzun bir dönem sular altında kalmış bir bölge olduğundan buralarda çok miktarda su canlısı fosili de bulunmuş.

Her doğa müzesinde olduğu gibi burada da doldurulmuş, korunmuş ya da modelleri yapılmış bir sürü, daha güncel canlı türleri de sergilenmekte ama bu ziyaretimin asıl konusu matbaanın icadıydı.
Zemin kattaki matbaa girişinde başlangıç seviyesi Almancasıyla yabancı bir görevli bana bir alet gösterdi ve selfie çekip bastırmak isteyip istemediğimi sordu. Bana gösterdiği alet bir yazıcıydı, selfie kısmı nasıl olacak diye anlamaya çalışırken dijital karttan bahsetmeye başladı. O da ne acaba derken elimdeki şeyleri alıp gişede bana verilen o zamana kadar hiç fark etmediğim bembeyaz bir kartı aldı bununla yapacağız, yapalım mı dedi? Adama öyle kanım ısındı ki yapalım lan dedim. Fotoğraf makinesine benzer bir şeyin karşısına geçtim, kartı makineye yerleştirdim ve ekranda yüzümü gördüm. Adam bu poz uygun mu diye sordu. Neden olmasın ki diye düşündüm ve uygundur dedim. Düğmeye bastı. Tamam oldu dedi. Şimdi bunu yazıcıda mı bastıracağım diye sordum. Bakın dedi, burada bir karekod var, onu tarayıcıdan okutursanız resmi görebilirsiniz dedi. Hemen cep telefonunu çıkardım, karekodu okuttum ve web sayfasındaki fotoğrafı gördüm. Süper dedim, çıktısını almaya gerek yok artık. Fotoğrafı sayfadan nasıl alırsınız bilmiyorum dedi görevli ama ben fotoğrafı telefona çoktan indirmiştim bile. Hallettim, merak etmeyin dedim ve adam da gülümsedi. Kendisine teşekkür ettim ve adam da bir sonraki ziyaretçiyi yardım tuzağına düşürmek için yerine döndü.

Şimdi bu fotoğrafta sadomazo kıyafet giymiş gibi çıkmamın nedenini kısaca açıklamaya çalışayım. Fotoğraf çekildikten sonra gri tonları değil de siyah ve beyaz şeklinde bir resme dönüştürülüyor. Üzerimdeki diyagonal siyah çizgiler kazağımın desenlerinden, dikay siyah çizgiler de fotoğraf makinesi askısından geliyor. Kazağım açık renkli olduğundan da bütün vücudum çıplakmış gibi bembeyaz çıktı. Yemin ederim öyle ya.
Müzenin sergilediği en değerli parçalar Gutenberg’in bizzat bastığı incillerdi. Toplam 180 adet basılmış ve dünyada şu an sadece 49 tanesi kalmış bu incilin iki tanesi müzede sergileniyor.


Aynı baskıdan iki değişik kopya yukarıda görülmekte. Dikkat edenler bu iki baskının birbirinden farklı olduğunu hemen görecektir. Madem farklı olacaklardı matbaanın anlamı neydi peki? Daha dikkatli olanlar farklı kısımların sadece renkli kısımlarda olduğunu görmüştür. Olay şöyle gerçekleşmiş. O dönemlerde siyah mürekkep renkli mürekkepten çok daha ucuz ve Gutenberg baskı için sadece siyah mürekkep kullanıyor. Sayfalar basıldıktan sonra siparişleri verenler parası karşılığı renkli kısımları özel siparişler sonucu elle yazan ustalara yazdırıyor. Böylece her bir incil matbaadan çıkmasına rağmen eşsiz oluyor.
Sonra saat başı yapılan baskı gösterisini seyrettim.

Bu matbaa makinesi tabii ki Gutenberg’in kullandığı makine değil. İlk matbaa tamamen ahşap olduğu için altıyüz yıl dayanmamış. Fotoğraftaki düzenek ama Gutenberg’in kullandığı ve kısmen geliştirdiği sisteme çok benziyormuş.
Öncelikle Gutenberg matbaayı icat etmemiş. Daha önce de uzak doğuda baskı makineleri, teknikleri var ama bu yöntemlerde bütün yazı tahta bir yüzeye oyuluyor ve sonra basılıyor. Bu hazırlık aşamasında bir hata yapılırsa o sayfanın en baştan yine oyulması gerekiyor. Gutenberg’in getirdiği en büyük yenilik her harfin tek tek değiştirilebildiği tipo baskı yöntemi. Fotoğrafta sağ tarafta görülen dikey baskı düzeneği aslında o dönemlerde de kullanılan şarap presi. Gutenberg bu kısmı olduğu gibi alıp kullanıyor. Onun makineye eklediği kısım yatay düzenekte görülüyor. Masada duran metal çerçeve içindeki harfler. Harflerin kalay, kurşun, antimon alaşımından yapılması birkaç avantaj sağlıyor. Metal ahşaptan daha dayanıklı. Bu alaşımın artıkları 300 derece gibi düşük bir sıcaklıkta eritilip çok kısa sürede tekrar kullanılabiliyor ve bu alaşım çok kısa sürede elle tutlabilecek kadar soğuyor.
Metal baskının işe yarayabilmesi için doğru boyaya da ihtiyaç var ama. O zamanki boyalar metal zemin üzerine yapışıp kalmıyordu. Kimin tarafından bulundu bilinmiyor ama matbaa için özel boyalar da üretiliyor. Bu boyalar fotoğrafta rafta görülen deri kaplama tokmak benzeri aletlerle metal harflere bastırarak sürülüyor. Sonra kağıt soldaki çerçeveye yerleştiriliyor, metal bloğun üzerine indiriliyor ve şarap presinin kolu sıkıca çekiliyor. Sonrası mürekkebin kurumasını beklemekten ibaret.

Metal harfler yukarıdaki, “type case” denen çekmecelerde saklanıyor. Her harfin bölmesi ayrı. Dikkat ederseniz aşağıdaki bölmeler yukarıdaki bölmelerden daha büyük. Bunun nedeni de aşağıdaki bölmelerde bir sayfada çok daha sık kullanılan küçük harflerin, yukarıdaki bölmelerde de daha az sıklıkta kullanılan büyük harflerin bulunması. Bu sayede dizgici daha az hareketle harfleri sayfaya dizebiliyor. Upper case ve lower case isimleri de harflerin bu yerleşiminden geliyor.
Bir incilin tüm sayfalarının dizgisi yanlış hatırlamıyorsam üç ay filan sürmüş. Bu tabii ki çok uzun bir süre ama ondan sonra baskılar çok hızlı yürüyebilmiş. Gutenberg’in matbaasından önce incilin bir kopyasının elle yazılması üç yıl kadar sürüyormuş.
Müzenin en eğlenceli kısmı ise ikinci kattaydı ama randevu almadığım için oraya giremedim. Bu katta ziyaretçiler, eğitmenler gözetiminde, matbaa ile kendi tasarımlarını bastırabiliyorlar. Ben gittiğimde on onbeş kadar çocuk matbaa ile oldukça eğleniyorlardı. Sanırım, bir dahaki sefere sırf bu iş için tekrar bu müzeye gideceğim.